Sosyalizm için bazıları Batı’nın vicdani tepkisi der. Sanırım günümüzde benzer bir nitelemeyi Netflix’te yayımlanan “Black Mirror” dizisi için de kullanabiliriz: Teknolojik hakimiyet çağının vicdani aynası.
Black Mirror, gelişen teknoloji dünyasında gerçekliğin ihmal edilen bir bölümüne ayna tutmaya çalışıyor. Teknolojinin toplumsal etkisine, genellikle de zararlı etkilerine odaklanıyor. Her bölümü ayrı bir teknolojinin farklı bir toplumsal etkisini sosyolojik, psikolojik ve felsefi çerçeveden ele alıyor. Bu sebeple her ne kadar sinema sanatının bilim-kurgu türü altında değerlendirilse de ben onun Yevgeni Zamyatin’in “Biz” (1924) adlı eseriyle başlayan distopya edebiyatına da dahil edilmesinden yanayım.
Bir süre önce 7. sezon yayımlandı. Önceki sezonlarda sosyal medya, oyun teknolojisi, robot teknolojileri vb. konuları ele alan dizi bu sezon daha ziyade nöro-bilimdeki gelişmelere bağlı teknolojilerin sosyal etkisine odaklanıyor.
İlk bölümü “Sıradan İnsanlar”da; ölmemek için tek çaresi, bir start-up’ın yeni geliştirdiği dijital bir “doku”yu beynine yerleştirmek olan bir hastanın ve eşinin hikayesini izliyoruz. Merkezi bir sunucuyla haberleşen ve yapay zeka algoritmaları içeren bir dokudan bahsediyoruz. Başlangıçta onlar için kurtarıcı olan ürün zamanla bu mütevazı aileyi “daha premium” paketlere mecbur bırakıyor ve baştaki sevincin yerini dram alıyor.
Hikaye, teknolojik nimeti zamanla bir trajediye dönüştüren asıl faktörün yine insan kaynaklı olduğunu da bize anlatmaya çalışıyor. Ticari büyüme hırslarını hiçbir vicdani duygunun dizginleyemediği bazı teknoloji girişimcileri (film açıktan söylemese de bazı girişim sermayesi fonlarını da bu halkaya ekleyebiliriz), primlerini kazanmak ve kariyerlerini yükseltmek dışında hiçbir değer tanımayan profesyoneller ve eğlenmek için her türlü aracı kendine mübah gören -maalesef- yine “sıradan insanlar” bu dramın sorumluları.
Bu da bizi teknoloji-toplum etkileşimiyle ilgili eski bir tartışmaya götürüyor: Teknoloji mi suçlu toplum mu? Anlatı, bize asıl suçun dizginlenmeyen toplumsal dürtülerde olduğunu ima ediyor. Tabiidir ki dürtüler, pratik araçların kapasitesi kadar topluma etkide bulunabiliyor. İşte teknolojinin rolü tam burada başlıyor.
Sanırım geleceğimizi en köklü şekilde değiştirecek gelişmeler nöro-bilimde yaşanacak gelişmeler olacak. Bugüne kadar beynin “içeriden” manipülasyonunun teknolojik anahtarı henüz kimsenin eline tam anlamıyla geçmemişti. Şimdilerde bu ihtimal gittikçe kuvvetleniyor.
Buna karşılık duygularımız, eylemlerimiz ve zihinsel aktivitelerimizin bu teknolojinin etkisine gireceği zamanlar için süratle hukuki ve etik çerçevelerin geliştirilmesi gerekiyor.
Türkiye olarak bir taraftan bu teorik çerçeveleri geliştirirken diğer taraftan da alanın bilim ve pazardaki yansımalarında aktif rol almalıyız ki bilgi ve uygulama sahasında etkimiz olsun.
