Dr. Ömer Özdinç
Dünyada Yeniden Teknolojik Rekabet Rüzgarları
II. Dünya Savaşı sırasında Almanya-ABD ve Soğuk Savaş esnasında Rusya-ABD arasında cereyan eden teknoloji rekabetinin rüzgarını bugün yine hissediyoruz. Bu sefer cephenin bir tarafında Çin diğer tarafında ise başta ABD olmak üzere teknoloji geliştiren Batılı ülkeler yer alıyor. Eski zamanlarda yarışın şiddeti daha ziyade askeri sahada hissedilir, diğer etkilerin hissedilmesi ise daha uzun zaman alırdı. Oysa bugünkü yarışın ekonomik ve toplumsal yansıması çok daha hızlı oluyor. Örneğin DeepSeek R-1’in duyurulmasının üzerinden henüz birkaç gün geçmemişti ki, daha önce yapay zekanın büyük donanım kaynakları gerektireceği varsayımı üzerine, geçtiğimiz yıl piyasa değeri oldukça fazla yükselen donanım tedarikçisi ABD’li Nvidia şirketinin hisse senetleri, 500 milyar dolar değer kaybıyla tarihin en büyük günlük düşüşünü yaşadı.
Yapay zeka sahası, bu yıkıcı rekabetin görüldüğü tek yer değil. Bugün elektrikli araçlarla ilgili, başta batarya ve otomotiv elektroniği konusunda, yaşanan gelişmeler Alman otomotiv endüstrisinin geleceğini tehdit etmeye başladı. Bu yarışın bir diğer yansımasını da kendi hayatımızda gözlemledik. 2000’li yıllardan itibaren mobil teknoloji piyasasında yaşanan sert dönüşüm hem gündelik alışkanlıklarımızı derinden etkiledi hem de farklı ülkelerin teknoloji ihracatında büyük dalgalanmalara sebep oldu. Örneğin 2007 yılında cep telefonu pazarının en büyük oyuncusu Nokia’ya ev sahipliği yapan Finlandiya o yıl 15 milyar dolarlık performansla dünyadaki 24’üncü yüksek teknoloji ihracatçısıyken mobil teknoloji piyasasındaki değişimler sebebiyle bugün 5 milyar dolarla 39’uncu sıraya düştü.
Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkün ancak tüm bu gelişmelerin bizi karşı karşıya bıraktığı şey; nitelikli teknolojinin şu an tarih sahnesinde ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişmelerin en belirleyici aktörlerinden biri haline geldiği gerçeğidir. Nitelikli teknoloji geliştirmenin yolu da Ar-Ge ve inovasyondan geçer. Ar-Ge ve inovasyonu ayrı ayrı zikretmemizin gerekçesi şudur: Ar-Ge, teknoloji geliştirmeyle ilgili faaliyetleri kapsarken inovasyon gerek Ar-Ge gerek farklı girişimler sonucunda ortaya çıkan yeniliklerin ticari başarıya dönüşmesini ifade etmektedir.
Ülkeler bu sebeple Ar-Ge ve inovasyon kapasitesini artırmaya yönelik politikaları ekonominin merkezinde konumlandırıyor. Bunun için müstakil bakanlıklar ve üst düzey kurumlar ihdas ediliyor, strateji belgeleri yayımlanıyor, uluslararası iş birlikleri kuruluyor. Avrupa Birliği Çerçeve Programları gibi büyük ölçekli destek programları organize ediliyor. En önemlisi de bu tür faaliyetlerin esas kaynağı konumundaki beşeri sermayeyi kapmak için ülkeler birbirleriyle kıyasıya yarışıyor.
Bizim Yolculuğumuz
Peki bu yarışta Türkiye’nin yeri neresi? Bilindiği gibi ülkemizin Osmanlı’dan beri devam eden en büyük iktisadi sorunlarından biri döviz açığıdır. Bunun da başlıca sebeplerinden biri enerjide ve belirli ürünlerde dışa bağımlılık. Bu sorun için yazılan reçetelerin satırları yüz yıldan fazla zamandır pek değişmedi: Nitelikli imalat yapmak ve bunu ihraç etmek. Bu sayede döviz açığını kapatarak istikrarlı bir para birimine kavuşmak ve teknolojide dışa bağımlı olmayan, müreffeh bir seviyeye erişmek.
“Nitelikli imalat” kavramının içi farklı dönemlerde farklı anlamlarla dolduruldu. Kimi zaman bu kavramla tarım ürünlerinin işlenmesi, kimi zaman ithal ikamesi, kimi zaman da ağır sanayi yatırımı kastedildi. Bugün ise bu kavrama karşılık gelen şeyin Ar-Ge ve inovasyona dayalı üretim ve hizmet olduğu hususu kamuoyunun genel kanaati haline geldi.
Osmanlı’dan günümüze siyasi iktidarların büyük bölümünün bu alanda bir çaba içinde olduğu yadsınamaz. Dönem dönem ülkenin iktisadi gücü elverdiğince nitelikli imalat kapasitesini artırmaya yönelik farklı girişimler söz konusu oldu. Bu girişimler uzun vadede sonuç verdiği için aslında bugün geldiğimiz aşamanın tüm bu girişimlerin ortak eseri olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada esas sorular karşımıza çıkıyor: Bu girişimlerin ayrı ayrı etkisi ne oldu, bugün neleri başardık ve geliştirmek için başka nelere odaklanmalıyız? Bu ve benzeri sorularımızı sağlıklı yanıtlayabilmek için de bugüne kadarki sürecin fotoğrafını iyi çekmemiz gerekiyor. Bugünün fotoğrafını yeterli netlikte çekebildiğimizi söylemek ise bir hayli zor! Birkaç rakamla durumumuzu özetleme kolaycılığının ötesine geçmek ve hem imkanlarımızı hem sorunlarımızı gerçekten anlayabilmek için kamerayı biraz daha yakınlaştırmamız gerekiyor.
Türkiye’nin Teknoloji İhracatındaki Gelişmeler
Hangi mesafeyi katettiğimizi görebilmek için Dünya Bankası istatistiklerine ve SER Akademi tarafından yayımlanan Türkiye 2024 Ar-Ge ve inovasyon raporuna başvuracağız. Bu çerçevede “nitelikli imalat” alanındaki performansımızı; nitelikli teknoloji ihracatı ve Ar-Ge, inovasyon faaliyetlerimizin izleri üzerinden takip etmeye çalışacağız.
Nitelikli teknoloji ihracatımızın gelişimini 10 yıllık periyotlar halinde incelediğimizde; 1990’da 1,8 milyar dolarla 70 ülke içinde 36’ncı sırada yer alan ülkemizin 2000 yılına gelindiğinde 136 ülke içinde 33’üncü sıraya yerleşerek nitelikli teknolojinin tutarını 3 kat artırdığı görülüyor. 2010 yılına gelindiğinde ise bu sefer tutar 10 yıl öncesine göre 4 kattan fazla artırarak 139 ülke içinde 26’ncı sıraya çıkıyor. Son yılın (2022) paylaşılan verilerine göre ise 131 ülke içinde Türkiye artık 27’nci sırada. 1990’dan beri büyük ölçekte (>25 milyar dolar) nitelikli teknoloji ihracatı yapan 37 ülke arasında artış oranı bakımından ülkemizin 7’nci sırada olduğunu görüyoruz. 2010’dan sonra son veriye kadarki artış oranında ise Türkiye 10’uncu sırada yer alıyor.
Burada dikkat çeken husus; nitelikli teknoloji ihracatı kaleminde son 10 yıldaki hızlanmamızın yavaşlamış olması. Nitelikli teknoloji bu bağlamda iki sınıfa ayrılıyor. İlaç, elektronik ve havacılık sektörünün oluşturduğu yüksek teknoloji sınıfı ile otomotiv, makine, elektrikli ev eşyası, kimya vb. sektörlerden oluşan orta yüksek teknoloji sınıfı. Orta yüksek teknoloji ihracatımızın, diğerinin 10 katına yaklaşması sebebiyle buradaki trend bize orta yüksek teknolojideki değişimi daha çok veriyor.
Nitelikli teknoloji içinde yüksek teknolojinin yerine baktığımızda bu sefer başka bir tabloyla karşılaşıyoruz. 2010 yılında yüksek teknoloji ihracatı 1,9 milyar dolar olan ülkemiz 140 ülke arasında 42’nci sıradayken 2023’te bu alandaki performansını 8,5 milyar dolara yükselterek 35’inci sıraya yükseliyor. 2010’da kendisinden yukarıda olan Finlandiya, Brezilya, Norveç, Avustralya, Portekiz gibi ülkeleri geçiyor. Türkiye bu performansıyla 5 milyar dolar üzerinde yüksek teknoloji ihracatı yapan 40 ülke içinde 2010’dan 2023’e en çok artış oranı yakalayan 3’üncü ülke oluyor. Bu artış oranında üstümüzdeki iki ülke Hong Kong ve Vietnam, bir altımızdaki ülkeler ise İrlanda, Hindistan ve Polonya. Bu alandaki artışın özellikle 2021’den itibaren hızlandığını ve daha ziyade başta havacılıkta kullanılanlar olmak üzere askeri teknolojilerden kaynaklandığını da not etmekte fayda var. Elektronik ve ilaç sektöründeki artışın da çok geride kalmadığını söyleyebiliriz.
Hem genel anlamda teknoloji ihracatı hem de yüksek teknoloji ihracatındaki uluslararası yarışı özetlersek son yıllarda iki önemli trend olduğunu söylemek mümkün. Biri Uzakdoğu diğeri de Doğu Avrupa ülkelerinin yükselişi. Türkiye’nin ise bu havzalar dışında kalan ama onlara yakın artışlar kaydeden dünyadaki birkaç ülkeden biri olduğunu görüyoruz.
Ar-Ge Faaliyetlerinin Niceliği ve Niteliği
Son yıllarda artış yakalamaya başladığımız yüksek teknoloji ihracatını sürdürülebilir kılmanın yolu Ar-Ge ve inovasyon faaliyetlerinden geçiyor. Dolayısıyla bu alandaki gidişatımız büyük önem arz ediyor.
Doğrudan Ar-Ge faaliyetlerine baktığımızda son yıllarda önemli mesafeler kat edildiğini görmek mümkün. Örneğin OECD ülkelerinin geneline bakıldığında araştırmacı istihdamının son 5 yıldaki artış oranında 1’inci olduğumuzu görüyoruz. Ar-Ge harcamalarının tutarı bazında da benzer bir performans görülebiliyor. Ulusal patent başvurularında da önemli artışlar kaydediyoruz. Yine yazılım, havacılık, elektronik gibi bilgi yoğun sektörlerin istihdamı, cirosu ve ihracatına baktığımızda özellikle son 5-6 yılda büyük sıçramalar da gözlemleyebiliyoruz.
Detaylara odaklandığımızda bu sefer açıklarımızı görmeye başlıyor ve önümüzde kat etmemiz gereken daha çok yol olduğunu anlıyoruz. Örneğin özel sektördeki 200.000 Ar-Ge personeli içinde doktora mezunlarının sayısı yalnızca 6.000’lerde. Oysa sadece son yıl üniversitelerden mezun olan doktoralı sayısı 12.000 civarında. Bu da Ar-Ge’nin niteliğini artıracak olan üniversite-sanayi arasındaki geçişkenliğin hala sınırlı olduğuna dair önemli bir gösterge. Yine uluslararası patent sayısının düşüklüğü de küresel çapta yenilik üretmek ve farklılaşmak konusunda hala istediğimiz yerde olmadığımızı gösteriyor.
Birkaç firmaya yapılan yatırımları dışarıda bırakırsak girişim sermayesi pazarının henüz 1 milyar doların altında olması eksiklerimizin başka bir boyutuna daha işaret ediyor. Yine yazılım sektöründeki büyümenin içinde derin teknoloji (Deep Tech) faaliyetlerinin sınırlı kaldığını -elimizde net veriler olmasa da sektör bilgisinden- gözlemlemek mümkün. Yukarıda sıralanan ümit verici gelişmeleri ne kadar güçlü taraflarımız olarak görüyorsak gelişime açık alanlarımıza da o ölçüde eğilmemiz ve stratejik bir akılla buralara odaklanmamız gerekiyor. 2010 yılına kadar daha ziyade orta yüksek teknolojide (otomotiv, makine, kimya, beyaz eşya vb.) sergilediğimiz büyümenin -birçoğu uluslararası rakiplerden kaynaklanan sebeplerle- yavaşladığı bir dönemde yüksek teknolojide ve yazılımda son yıllarda yakaladığımız ivmeyi sürdürebilmek için çok hızlı bir şekilde kurumsal kapasitemizde önemli iyileşmeler sağlamamız gerekiyor. Başta entelektüel sermayenin, farklı katmanlarıyla, geliştirilmesi olmak üzere gerekenleri yaptığımız takdirde bizden çıkacak nice DeepSeek’ler sırasını bekliyor!